Girit Adası bugüne kadar gördüğümüz Yunan Adalarından en zorlayıcı olanıydı. Bir kere ada çok büyük. Yunanistan’ın en büyük, Akdeniz’in beşinci en büyük adası. Yüzölçümü olarak kıyaslarsak İzmir’den büyük. Dolayısıyla mutlaka ön araştırma yapmak ve gezilecek yerleri kabaca belirlemek şart. Görülecek çok şey var. Biz ancak batı kısmını tamamlayabildik. Üstelik her gün en az 2 saatlik araba yolculuğu yaparak. Öncelikle kalacağımız yeri belirledik. Chania ile Rethimno arasında bir yerde kalmanın daha iyi olacağını düşündük. Böylelikle gezeceğimiz yerlere gidip- dönmek daha kolay olacaktı. Exopoli Köyü’nde bulunan Morfi Village’da konakladık. ( http://www.morfiislands.com/en/villas-in-crete-island ) 2 katlı evlerden oluşan yazlık bir site görünümünde Morfi Village.
Havuzu özellikle çocuklar için çok keyifli. Havuz kenarında bulunan Thymari Restoran’ın menüsü oldukça zengin ve çok da lezzetli. Girit’e vardığımızda akşam 10’u bulmuştu. Morfi Village’ın işletmecisi Elena bizim aç olabileceğimizi düşündüğü için, normalde daha erken kapanan restoranı sırf bizim için bekletmişti. İyi ki de öyle yapmıştı. Atina aktarmalı Aegean Airlines ile yaptığımız yolculuk ve sonrasında Heraklion Havaalanından kalacağımız yere varmamız 2 saati bulmuştu ve oldukça yorulmuştuk.
Ertesi sabah market alışverişimizi yaptıktan sonra Exopoli Köyü’nde kahvaltı yaptık. Aile işletmesi olan Stelios Rooms’un sahipleri kızlarımızla çok ilgilendiler. Kutu oyunları, puzzle derken devasa omletleri afiyetle yedik.
Öğleden sonra Loutraki plajında denize girdik. Loutraki plajı oldukça hareketliydi. Kum olması sebebiyle özellikle çocuklar çok eğlendiler.
Dönmeye hazırlanırken, Zorba filminde Anthony Quinn’in dansettiği Stavros plajının yakınımızda olduğunu farkettik. Sadece bir fotoğraf çekmek için uğradık. Akşam üzeri olmasına rağmen plaj kalabalıktı.
Akşam Chania’daydık. Ev Chania’ya yaklaşık 40 km uzaklıkta olduğu için eve uğrayarak vakit kaybetmek istemedik. Chania oldukça turistik bir yer. Şehir Venedik limanı çevresinde yerleşmiş durumda. Ada, 1645’de Osmanlıların yönetimine geçtikten sonra uzun yıllar müslümanlarla hristiyanlar arasında sıkıntılar yaşanmış. Sonrasında mübadele antlaşmasının ardından adada hiç müslüman kalmamış. Adada müslüman kalmamış, ancak Osmanlı izlerini görmek mümkün. Hükümdarlık sürdürdükleri yıllarda yapılan camiler ve hamamlar halen korunuyor. Limanın bir ucunda bulunan deniz feneri yine Osmanlılardan kalma.
Çarşı içinde dolaştıktan sonra LP rehberinde tavsiye edilen To Karnagio restoranı bulmaya çalıştık. Biraz zorlandık çünkü çevredeki esnaf da yerini tam olarak bilemiyordu. Aynı sokakta birkaç sefer dolandıktan sonra, restoranın haritada yerinin yanlış işaretlendiğini aslında limanda olduğunu farkettik. To Karnagia restoran denizden 200 metre kadar geride küçük bir meydanda bulunuyor. Artık ağaç diye adlandırabileceğim begonvillerin gölgesinde sevimli bir restoran. Yediklerimiz oldukça keyifliydi.
Girit’teki 3. günümüzde güneye indik. Adanın güneyi oldukça dağlık. Sarp kayalıkların arasında yol alıyorsunuz. Ancak yol çok geniş olmasa da oldukça düzgün. Souda beach aslında tam da bizim istediğimiz gibi bir plajdı. Ancak bizim şansımızdan mı böyleydi, yoksa hep mi böyle bilemiyorum ama ne zaman güneydeki plajlara gitsek, çılgın rüzgar bizi karşıladı. Su serindi. Sahilde oturmak zorlayıcıydı. Rüzgardan birbirimizin sesini bile zor duyduk.
Gallini Restoranda keyifli bir öğle yemeği yedik
Akşamımızı, Vamos Köyünde geçirdik. Ne zaman Yunan adasında bir dağ köyüne gitsek çok hoşumuza gitti. o yüzden kaldığımız yere yakın olan Vamos Köyü’ne gitmek istedik. Vamos öyle turistik bir yer değil. Bu yüzden çok samimi. Halkla iç içe olmak ve sohbet etmek ayrı bir keyif bu dağ köylerinde. Meydandaki pastaneden etrafı izlemek çok hoştu. Çocuklar dondurma yerken, biz de etraftaki tarihi binaların güzelliği hakkında konuşup kahvelerimizi içtik.
Ertesi sabah erkenden uyanıp Hora Sfakia’ya gidecektik. Çocuklar henüz uyurken kalkıp hazırlıklarımızı yaptık. Eşyaları arabaya yerleştirmek için aşağı indiğimizde bizi kötü bir sürpriz bekliyordu. Kiralık arabamızın camının patladığını gördük.
Sanki camın içinden sert bir cisim camı delip geçmişti. Öyle ki koltukların üzeri cam kırıklarıyla doluydu. Durumu kaldığımız sitenin işletmecisi Elena’ya bildirdik. Biraz sonra yerde duran mermiyi farkettik. Elena zaten tahmin etmişti. Karşı köylerden birinden atılmış olabileceğini söyledi. Sonra Yunanistan’da maalesef böyle bir adet olduğunu, insanlar bir şeyleri kutlarken havaya atış yapabildiklerini açıklamaya çalıştı. Olaya hiç yabancı değildik elbette. Canımız sıkıldı tabi. Rent a car firmasıyla görüştük. Tutulan tutanaklar sonrası arabamızı değiştirdiler. Bu bizim yarım günümüze mal olmuştu. Bunun yanı sıra çocuklar evin önünde oynarlarken de böyle bir şey olabilir miydi düşüncesi aklıma geldiyse de çok düşünmemeye çalıştım.
Planı değiştirdik. Önce güneydeki Spili dağ köyüne gittik. Maria-Kostas restoranda tavşan yahniyi ve kuzu pirzolaları mideye indirdik.
Denize girmek için önce Skinaria, sonrasında da Damnoni Plajlarına uğradık. Her ikisinde de rüzgar çok etkili olunca rotayı kuzeydeki Bali’ye çevirdik. Bali yan yana yerleşik olan koylardan oluşuyor. Oldukça turistik bir bölge. Birçok otel var. 4. Koy olan Karavostasis plajına yerleştik. Tüm gün çok yorulmuştuk. Arabada oldukça zaman geçirmiştik. O yüzden bu plaj iyi geldi bize.
Ertesi gün yine erkenden kalktık. Bir gün önceki planı bugüne kalmıştı. Loutro’ya gidecektik bugün. Benim tüm Girit tatilim boyunca en sevdiğim yer Loutro oldu. Loutro’ya karadan ulaşmak imkansız. Zaten en cazibeli yanı da bu bence. Güneyde Hora Sfakia’dan kalkan feribotla gidiliyor Loutro’ya. Hora Sfakia yolu ise oldukça dağlık. Zirvelerde kartallar uçuyor.
Biz ilk feribota yetiştik. Zaten feribot yaklaşık yarım saatte Loutro’ya varıyor.
Loutro çok çok keyifli bir yer. Her yer bembeyaz otel ve restoran dolu. Ancak suni değil. Son derece samimi bir ortam var.
Loutro limanının yakınında denize girebileceğiniz küçük koylar var. Biz, Phoenix Bay’e gitmek istedik. Ancak yürüyerek gitmek için çok dik yokuşlardan çıkmamız gerekiyordu ve çocuklarla zor olacaktı. Biz limanda bilgi almak için birileriyle konuşurken, Zodyak bottan birisi seslendi bize. O da Phoenix Bay’e gidiyormuş.
Bizi götürebileceğini söyledi. 10 euro verirsek en azından mazot parasını karşılayacağımızı belirtti. Kabul ettik. Phoenix Bay’e geldiğimizde dönüş için telefon numarasını almak istedik. Yine aynı yöntemle belki bizi geri götürür diye. Kızdı sanırım. Ben taksi değilim, sadece yardım etmek istedim dedi. Neyse ücreti veririz dediysek de ikna olmadı. Sonrasında bizi getiren kişinin koydaki tek tavernada çalışan garson olduğunu yemek yerken farkettik. Arayı düzelttik neyse ki.
Kalbim Phoenix Bay’de geçirdiğim o sakin günde kaldı dersem hiç de abartmış olmam herhalde. Çok sevdim ben. Biz kere kalabalık değildi. O kadar sessizdi ki, çocuklar gürültü yapacak da birileri rahatsız olacak diye aklım çıktı. Sonrasında esas gürültüyü yapan başka çocuklar çıktı. Ağaç gölgesinde serin serin oturmak çok hoşuma gitti. Su çok berraktı. Balıkların ayaklarımızın dibinden derinlere doğru uzaklaşmasını izleyebiliyorduk. Tolga ve Selin kanoyla açıldılar. Selin ilk defa binmişti kanoya ve hoşuna gitti.Buraya gitmeye karar verirseniz erken gidin mutlaka. Sonrasında şezlong bulamayabilirsiniz. Fazla şezlong yok çünkü.
Öğlen aynı koydaki tavernada yemeğimizi yedik. Çok lezzetliydi her şey.
Yemekten sonra Tolga bir ara kayboldu. Fotoğraf çekmeye gittiğini düşünürken elinde telefonuyla geri geldi. “Gece burada kalalım” dedi. Önce şaka yapıyor sansam da çok geçmeden ciddi olduğunu anladım. İnternetten kalacağımız odayı bulmuştu bile. Burayı çok sevmiştik gerçekten. Girit’te gittiğimiz diğer plajlar rüzgar sebebiyle keyif vermemişti. Mesafeler birbirine çok uzaktı. Tekrar feribotla geri gidip, yeni yerler arayacağımıza burada kalma fikri mantıklıydı aslında. Ancak çocuklar vardı ve ben gece konaklamak için hiçbir hazırlık yapmamıştım. Sonra fazla bir şeye de ihtiyacımız olmayacağını düşündüm. İdare ederdik bir şekilde. Nitekim öyle de oldu.
Garson bizi Loutro’ya geri götürme fikrine sıcak bakmayınca, sıra geldi yürümeye. Öğleden sonra, hava az da olsa serinleyince patika yoldan yürümeye başladık. Yarım saat yürümüşüzdür herhalde. Çocuklar olduğu için biraz zorlandık. Çağla sağolsun hiç yürümek istemedi, hep kucağımızdaydı. Selin de sohbet ederken yolun nasıl geçtiğini anlamadı bile.
Loutro’da Faros Rooms’da bence uygun bir fiyata kaldık kaldık. Boş oda sanki bizim için ayrılmıştı. Oda oldukça genişti. Sıradan bir otel odasıydı ancak deniz manzaralı balkonu süperdi. Akşamüstü herkes plajlardan odalara dönünce ortalık pek bir hareketlendi. Herkes kendi balkonundan etrafı seyrediyordu. Akşam yemeği için hazırlıklar başlamıştı. Bizim yanımızda eşya olmadığı için hazırlanmak da kısa sürdü. Aslında bazen böyle basit hayatlar yaşamak ne kadar iyi geliyor insana. Doğayla iç içe, olduğun gibi.
Akşam yemeğimizi Pavlos Restoranda yedik. Izgara karidesi ve ahtapotunu tavsiye ederim.
Ertesi gün sabah Loutro’da bir cafede kahvaltı yaptıktan sonra tekneyle Sweetwater plajına gittik. Bu koyda tatlı su bulunduğu için bu ismi almış. Taşlık olan doğal koyda ağaçların bulunmasının sebebi de alttan geçen tatlı suymuş. Tekneler, Sweetwater plajına gitmek isteyenleri denizin üstüne kurulu olan tavernaya bırakıyorlar. Yani taverna aslında bu koyun bir nevi iskelesi. Mermaid tavern koyda yemek yiyebileceğiniz tek yer. Bu küçücük tavernanın elindeki malzemeye göre günlük menüsü oluyor ve bence harikalar yaratıyorlar. Bu kadar insanı, o küçücük mutfakla ağırlamak kolay iş değil. Akşam feribot saatinizi beklerken yine bu tavernada oluyorsunuz.
Sweetwater plajı oldukça geniş. Ancak ortadan ikiye ayrılmış gibi. Çünkü koyun uzak yakasındaki alan Nüdistlere ait. Yani çıplaklara. Nüdistler genellikle çadır kurmuşlardı. Son derece özgür bir şekilde plajdan faydalanıyorlardı. Koy çok uzun olduğu için hiç karşılaşmamanız da mümkün. Kimse rahatsız olmuyor yani. Koyun belli yerlerinde bazı uyarılar dikkatinizi çekebilir. “Dikkat! Bu alanda çocuklar var, uygun giyinmelisiniz” gibi.
Güzel geçen bir diğer günün sonunda nihayet eve varabildik. Loutro çok iyi geldi bize. Akşamımızı merak ettiğimiz Rethimno’da geçirdik.
Rethimno da tıpkı Chania gibi Osmanlı izleri taşıyor. Oldukça hareketli bir liman. Gezebileceğiniz çok dükkan ve yemek yiyebileceğiniz çok şık restoranlar var.
Biz yemek için Raki ba raki’yi tercih ettik. Karşılıklı bakan iki restoran da aynı işletmeciye aitmiş. Dekorasyonu çok hoşuma gitti. Zaten tripadvisor’ın da önerdiği restoranlardandı.
Ankara’ya dönmeden önceki son günümüzde Elafonisi’ye gitmek istedik. Elafonisi Girit’in dünyaca bilinen plajlarından. Adanın en batı ucunda bulunan plaj gerçekten bir doğa harikası. Su yer yer yükselirken, yer yer de öyle sığ kalıyor ki lagunlar oluşuyor. Kum incecik, deniz turkuaz rengi. Ancak denizde yüzmek biraz zor. Derinlere ulaşmak için denizin içinden çok yürümek gerekiyor. Tam çocuklara göre.
Neredeyse 2 saatte vardık Elafonisi Plajı’na. Plaj çok rağbet gördüğünden, erken gitmeye çalışın. Biz saat 10 civarı oradaydık. Boş şezlong oldukça fazlaydı. Yarım saate kalmadan şezlonglar dolmuştu ve çok geniş alana sahip plajda, insanlar oradan oraya koşturarak şezlong yarışına girmişlerdi.
Plaj çok güzeldi güzel olmasına, ancak biz sadece 2 saat dayanabildik. İnanılmaz rüzgarlıydı. Plaj adanın burun kısmında bulunduğundan, arkamızda rüzgarı kesecek ne bir dağ, ne de bir tepe vardı. Şapkalar havada uçuştu tabi. Hatta bazen çocukların kova kürekleri. Dayanmaya çalışsak da rüzgarla beraber havalanan kumlar bizi çok rahatsız etti. Kumlar ayaklara öyle hızlı çarpıyorlardı ki, çocuklar isyan etti. Canları acıdı resmen. Sakin bir günde eminim çok eğlenirlerdi.
Eve dönüşümüz erken olunca, havuz keyfi şart oldu. Çocuklar bayıldı bu duruma tabi. Bize de iyi oldu aslında. Arabaya binmediğimiz, yol almadığımız sakin bir öğleden sonramız oldu. Akşam yemeği için Vamos Köyü’ndeki Parasia Rakadiko’ya gittik. Burası tam bir köy tavernası. Çok otantik, bir o kadar da samimi. Üstelik canlı müzik de var. Daha ne isterdik ki? Mizitra peynirli kuzu tandırı kesinlikle tavsiye ediyorum. Ballı soslu tavuklu salata da aklımda kalan diğer bir lezzet bombası. Ev şarabımızı da içip, müziğin keyfini çıkarttıktan sonra tam kalkacaktık ki masaya tatlı ikramları geldi. Yunan tavernalarının hemen hemen hepsinde tatlı, dondurma gibi ikramlar sunulduğunu biliyoruz. Bu seferki başkaydı. Küçük tabaklarda 6-7 çeşit tatlı birden geldi. Doyumluk değil, tadımlık. Görsel şölenin yanı sıra lezzetleri de güzeldi.
Son gün havaalanına gitmeden önce Heraklion’u da görelim dedik. Pek bir numara yok açıkçası. Küçük bir alışveriş caddesi var. Bildiğin büyük bir şehir. Merakımızı gidermiş olduk.
Tabi her güzel şeyin bir de sonu oluyor. 1 haftalık Girit tatili böylelikle tamamlanmış oldu. Her zamanki gibi güzel anılar bıraktı. Yazının başında da bahsettiğim gibi adanın doğu kısmını göremedik. Buna rağmen arabayla çok fazla yolculuk ettik. Ben küçük adaları daha çok seviyorum. Her şey elinin altında gibi oluyor. Daha çok dinlendiğimi hissediyorum. Girit fazlasıyla büyük bir ada. Ama size çok şey sunuyor. Loutro’da, hazırlıksız geçirdiğimiz 2 günü ömrüm boyunca unutmam. Benim kadar kontrollü birisi için çılgınlık bile sayılabilir. Loutro kesinlikle görülmeli. Hatta 2-3 gün kalırsanız daha keyif alırsınız bence. Yunanistan’ın yemekleriyle ilgili bağımlılık yaptığını söylersem, abartmam herhalde. Her yaz Yunan adalarına gitme isteğimizin nedenlerinden birisi de kesinlikle yemekleri. Bol porsiyonlu deniz ürünleri, balıklar, zeytinyağının tadını aldığınız salataları her sene çağırıyor bizi. Girit’i bir de, Selin’le Çağla’ya arkadaş olan 2 minik köpek yavrusuyla hatırlayacağım. Her sabah ve eve geldiğimiz her akşam koşarak karşıladılar kızları. Yorucu geçen her günün sonunda, sırf köpeklerle oynayacaklar diye eve dönmek için can attılar. Aradan 4 ay geçti ve hala özlediklerini söylüyorlar. Kara ve Minnoş’a da selam olsun o zaman, şansları açık olsun.